29 Ekim 2016 Cumartesi

    Kalabalık yerlerden birindeyim. Çok fazla insan var, çok fazla yüz ve ifade. Herkes bi yere yetişiyormuşçasına yürüyor, yüzlerindeki telaş ayaklarından okunuyor, hep bi adımları diğerinden daha seyrek daha hızlı olunmaya çalışılsa da hep bi geri kalmışlık batıyor göze. Kimileri donuk, kimileri sinirli, kimileri de boş bi ifadeye sahip. Neden orda olduklarını bilmiyorlarmışçasına kıvrılmıyor dudakları, her günleri diğerinin aynısıymış gibi sanki. Sonra birini görüyorum, seçemiyorum; gözlerimin kusuru daha da zorlaştırıyor bu durumu. Fakat birbirimize yaklaştıkça seçilmeye başlıyor yüz hatları. İçim kıpırdıyor bi anda, nedenini bilmiyorum ama hoşuma gidiyor bu çocuksu yaramazlık. Diğerleri gibi olmayışı çekiyor önce dikkatimi. O kadar yürüyormuş gibi yürüyor ki, o anda kafasının bomboş olduğuna yemin edebilirim. Bu kirlenmiş ve gün geçtikçe büyüyen bi karadelik misali şehirde, mutlu olmayı çözmüş gibiydi. Hiçbir telaşı yoktu sanki; sanki hiç otobüs için sağ cebine bozukluk koymamış gibiydi, sanki hiç yarın onu bekleyen yığınlı kağıt parçaları yokmuş gibiydi, sanki daha önce kimseyle kavga bile etmemişti. Sonra bu adama bıraktım kendimi ben, gözbebeklerim göz çukurlarıma sığmayacak kadar büyümüş hissederken; onda yıllar önce üstünü örttüğüm birkaç dakikalık anın kaydedebildiğim saniyelerini görür gibi oldum. Bir su birikintisinin yanında boylu boyunca uzanıp gün sonuna kadar damlacıkların rüzgarda salınışlarını izlemiş gibiydim, isme ithafen yazılan şarkıların hissettirdiği ince keder gibi tuhaf bir his sarmıştı her bir yanımı. Çünkü gitgide yaklaşıyorduk birbirimize; neydi beni o tarafa doğru iten bu karşıkonulamaz çekim? Ayaklarıma hakim olamıyordum, olmak da istemiyordum galiba. Sonra fark etti beni, ufak bi bozguna uğradım fakat çekmedim bakışlarımı. Gözlerini kıstı, o derin iki hareye anlam veremeyişim garip bi şekilde hoşuma gitti. Ve biz, birbirine çarpa çarpa yürüyen; yarını için endişelenen yüzlerce sıradan insan arasında birbirimize kenetlenmiş bakışlarımızla ihtilal yapmış gibiydik. İkimiz de birkaç saniye sonra birbirimizin yanından geçip gideceğimizi bilsek de, içimizdeki müziği sergilemekten hiç ama hiç
korkmuyorduk.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Sayın yetkililer vatandaşımı rahat bırakınız.

     Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama şu sıralar çoğu köşe yazarının ayağı objektifliğin çemberine takılmış durumda. Hem öyle değilmiş gibi gösteriliyor, hem de farkında olmadan o rüzgara kapılınıyor. Tamam her ne olursa olsun, bu platformda amaç zaten taraf tutmak ama kast ettiğim şey gerçekleri perde arkasına itekleyip bazı nedenlerle gizlemeye çalışmak. Bi tarafı tutarsın, delikanlı gibi savunursun, çatır çatır sebep sayarsın ama sen yalan söyleyemezsin. Bu hem demokrasiye ihanet, hem de kapitalizmin boyundurluğu altında kalmaktır, üç kuruş girmeyiversin cebine ama sapına kadar delikanlı kal be abi. Hele yurt dışında Türkiye hakkında haber yazan göstermelik objektifler yok mu çıldırıyorum, 70'lerden toprağa gömülünen emperyalizmi hortlatmaktan başka bi amaç taşımıyorlar çünkü gözümde. Tam olarak anlamını taşımasa da, yurttaşın kendi çapında maruz kaldığı bu akım ne kadar fayda sağlar kendine orası muamma. 
     Değinmek istediğim başka bi pürüz ise marksizm-leninizm adı altında işlenilen terör ve milliyetçilik adı altında aşılanan faşizm. Siz kendinizi köşe yazarı mı sanıyorsunuz, yoksa düşerek dikkat çekmeye çalışan çocuk mu? Ne gerçek bi devrimci, ne de davalarına bağlı bi ülkücüsünüz çünkü. Hatta siz bi materyalistin tarafsızlığından bile yoksunsunuz. Sağmış solmuş veya komünistmiş belki de solup giden doğru yol partisi müdavimiyken günümüzde iktidarın masum görünen kollarına koşanlardanmış hiç fark etmez, herkesin fikrine de zikrine de saygım sonsuzdur; ancak trafik lambası gibi neye yanıp sönüldüğü bilinmeden yorum yapılmamalı, hele hele bi gazeteci hiç olunmamalı zannımca. Sözümün bu satırlarda gayet de meclis içeri olduğu robotlaştırılmaya çalışılan bir öğrenci olarak sadece fikrimi belirtiyorum. Reşit olmama da hazır birkaç ay kalmışken söyleyeyim, vatandaşlarımızın yakasından ellerinizi çekiniz, hele hele çocuk kalplerimize dokunmaya cüret bile etmeyiniz. 



30 Mart 2016 Çarşamba

...ammavelâkin

     Göz altlarını gül halkalarına benzeten Ahmet Haşim gibiyim şu sıralar. Çok mu yansıtıyorum acaba yorgunluğumu, tek bir görüşle anlaşılabilir mi dersiniz bakışlarımdaki keder? Nasıl, niye bilmiyorum ancak uykusuzluğumun kattığı bir sersemlikle boğuşmaktayım; gündüzlerimin gecelerimden uzun olduğu kısa metrajlı hayatımda ayaklarımı üst üste atıp tüm gün boyunca yatağımda uzanmayı düşlüyorum sadece bu sıralar. Pencere kenarında uykuya dalmanın verdiği bi özgüvenle, bol bol gökyüzünü seyretmek istiyorum. Oturup doğru anı beklediğin iskemlenin bile bir gün seni bırakıp gideceğini bildiğin şu dünyada; sırf alışagelmedik diye istediğin şeyi gidip alma çabası göstermemek, göğe uzanan apartmanlar ışığında güzel şeyler düşlemeye çalışmak kadar anlamsız. 


not: metamfetamin kullanmıyorum. 

10 Ocak 2016 Pazar

Fakat, bu derin bir tutku

     Biliyor musun bazı saatler beni bir girdap gibi çekiyor içine. Her birinin ayrı bi anlamı var gözümde. En huzurlu olduğum anlar sanki, sanki yirmi geçeleri dışarıya adımımı attığımda daha çok gülümsediğim bir güne başlamışım, her zamankinden daha çok sokak köpeği çıkmış gibi önüme, ben daha çok okşamışım başlarını, hep birlikte yaşamışız gözümdeki en kıymetli mutluluğu. Sanki yirmi bir geçe kapatmışım gözlerimi sımsıkı, en ufak sesi bile pür dikkat dinleyen biri olmuşum, daha çok solumuşum havayı, daha çok dokunmuşum dünyaya, daha derin hissetmişim yaşadığımı. Tam saate  üç dakika kalaları sanki bi adam bulmuşum delicesine sevmişim, tutmuşum kollarından gözlerinin içinde kaybetmişim kendimi. Zamanın hızlı aktığını bildiğim anlar daha da bi tutkulu gelmiş sanki bana, gözlerimi açtığımda neredeyim kimim kiminleyim bilemememişim. Sersemlik hoşuma gitmiş daha sonra çeyrek geçiyorken yelkovan güzel akrebi. Ellerime dikkat etmişim sanki, ojelerimin soluk rengi gözlerimi kamaştırmış. Kırmızı gibi görmüşüm hatta, bileklerimden başlayarak tırnaklarımın ucuna kadar uzanan derin bir gökyüzü varmış ellerimde. Kaybetmişim onu da tam saati dört geçerken, ikiye bölünmek istenmiş, hep beş olmaya özenmiş, ama bi yandan da üçlük hallerini özlemiş. Midesi tutmuş sanki birin, kendini hep eksik hissetmiş, çift sayılara özenip durmuş. Buçuklar beni beklemiş bu sırada, onları sevmediğimden utanmışlar biraz. Ama iyi günümdeymişim sanki, onları bile sevmişim. Ne yarımlar, ne de tam. Arada kalmışlık hissi hoşuma gitmemiş sanki, dönüp durmuşum etraflarında tamamlamak için. Bir daha döneyim bir daha derken bi bakmışım bir zamanki anlık tutkularım geçmiş adını almış. Ellerimden kayıp giderken dakikalar ve saniyeler, çökmüşüm bi duvarın dibine, saatin tik taklarıyla dans eder olmuşum.  Saat yönünün tersinin hiçbir zaman olmadığını da işte o zaman fark etmişim. 


1 Ocak 2016 Cuma

Yazmak Üstüne

     Şöyle bir his bu, bazı sorumlulukların vardır ve hiç yapasın gelmez. Tembellikten de nefret edersin ama ne yapacaksın işte karınca gibi olasın tutmaz bi türlü. Türlü türlü işlerle gününü nerdeyse bomboş geçirirsin, sürekli müzik dinler, yüzlerce sayfa kitap okursun. Ama o sorumlu olduğun işi yapmadığından için bi türlü rahat etmez. Planlar yaparsın, akşam uyumamlı, yarın sabah erkenden kalkarımlı sözlerin bol olduğu planlar. Yine de içini rahatlamaz tam olarak. Bi türlü gidip de masanın başına oturup işini bitirmezsin, ama o işi yapmak dışında her şekilde kendini rahatlatmaya çalışırsın. Ne yapsam ne etsem de kendimi rahatlatsam diye düşünürken kafana kelimeler hücum eder böyle, beynin zonklamaya başlar. Sonra da geçersin masanın başına 'Şöyle bi his bu..' diyerek hissettiklerini kağıda dökersin. İşte biz buna yazmak diyoruz.